agahkn on Nostr: Hukukçularla özgürlük, adalet ve bireyin hakları hakkında tartışmaya ...
Hukukçularla özgürlük, adalet ve bireyin hakları hakkında tartışmaya kalktığımda, şu gerçekle yüzleştim: Çoğu, bu kavramların en temel anlamlarını dahi kavrayamamış bir cehalet içinde yüzmekte. Kendilerini "hukuk eğitimi almış" olarak tanıtan bu insanlar, aslında otoritenin dogmalarını papağan gibi tekrarlamaktan başka bir şey yapmıyorlar. Bireysel düşünce yerine, itaate programlanmış zihinleriyle karşılaştığınızda, hayal kırıklığı yaşamamanız mümkün değil. Daha da kötüsü, bu cehaletlerini mesleklerini icra ederken sergilemekte hiçbir sakınca görmüyorlar.
Bir tartışmada, adaletin ne olduğu üzerine bir soru sorduğumda aldığım cevap, devlete hizmet etmenin adalet olarak görüldüğü bir zihniyeti açığa çıkardı. Özgürlüğü sorduğumda ise cevapları şuydu: "Devletin izin verdiği kadar özgürsünüz." Bu yaklaşımla karşılaştığınızda, bireysel hakların neden sürekli olarak otoritenin çıkarlarına kurban edildiğini daha iyi anlıyorsunuz. Mülkiyet hakkını, özgürlüğün temel taşı olduğunu söylediğimde ise karşımdaki hukukçuların çoğu bu kavramın ne anlama geldiğini bile idrak edememişti. Bu hakkı sorgulamayı bir kenara bırakın, onun önemini dahi kavrayamayan zihinlerle tartışmanın bir duvara konuşmaktan farkı yoktu.
Hukukçuların adaleti sağladığını iddia ettikleri mahkemelerde, aslında adaleti değil, sistemi koruma çabası olduğunu fark etmek zor olmadı. Hakim, savcı ve avukatların, bireyin haklarını savunmaktan çok, sistemin çıkarlarını gözettiğini gördüm. Mahkemelerde adalet arayan bireyler, aslında kendilerine karşı işleyen bir sistemle yüzleşiyor. Bu sistemin çarklarını yağlamaktan başka bir görevi olmayan hukukçular, otoritenin farklı yüzlerini temsil ediyor.
Bu durumu daha net anladığım bir diğer nokta, hukuk fakültelerinin özgürlük değil, itaat öğrettiğiydi. Eğitim sisteminin bu kişilerde bağımsız düşünceyi yok ettiğini ve devletin çıkarlarını savunmayı bir erdem haline getirdiğini bizzat gördüm. Özgürlük gibi kavramlar, bu zihinlerde üzerinde oynanabilecek bir araçtan öteye gitmiyor. Adalet ise, yalnızca otoritenin menfaatlerini koruma işlevi görüyor.
Ludwig von Mises’in dediği gibi, "Devlet, tarih boyunca başlıca kötülük ve felaket kaynağı olmuştur." Ancak hukukçular, bu kötülüğün meşrulaştırıcılarıdır. Kendi zihinlerini kullanmayı reddettikleri gibi, başkalarının da düşünmesini engellemeye çalışıyorlar. Onlarla tartıştığınızda, sistemin onlara ezberlettiği argümanları mekanik bir şekilde tekrar etmelerinden başka bir şeyle karşılaşmıyorsunuz.
Ancak burada bir açıklama yapmak istiyorum: Bu metinde eleştirilen hukukçular, doğal hukuku savunan, bu alanda çalışan ya da insanlara özgürlük ve haklar konusunda katkı sağlayan bireyler değildir. Eleştirilerim, günümüzde hukuk fakültelerinde yetişen ve mahkemelerde ya da medyada kendini hukukçu olarak tanımlayan %99.99’luk kesime yöneliktir. Yani, bu sistemin körü körüne savunucularına.
Bir tartışmada, adaletin ne olduğu üzerine bir soru sorduğumda aldığım cevap, devlete hizmet etmenin adalet olarak görüldüğü bir zihniyeti açığa çıkardı. Özgürlüğü sorduğumda ise cevapları şuydu: "Devletin izin verdiği kadar özgürsünüz." Bu yaklaşımla karşılaştığınızda, bireysel hakların neden sürekli olarak otoritenin çıkarlarına kurban edildiğini daha iyi anlıyorsunuz. Mülkiyet hakkını, özgürlüğün temel taşı olduğunu söylediğimde ise karşımdaki hukukçuların çoğu bu kavramın ne anlama geldiğini bile idrak edememişti. Bu hakkı sorgulamayı bir kenara bırakın, onun önemini dahi kavrayamayan zihinlerle tartışmanın bir duvara konuşmaktan farkı yoktu.
Hukukçuların adaleti sağladığını iddia ettikleri mahkemelerde, aslında adaleti değil, sistemi koruma çabası olduğunu fark etmek zor olmadı. Hakim, savcı ve avukatların, bireyin haklarını savunmaktan çok, sistemin çıkarlarını gözettiğini gördüm. Mahkemelerde adalet arayan bireyler, aslında kendilerine karşı işleyen bir sistemle yüzleşiyor. Bu sistemin çarklarını yağlamaktan başka bir görevi olmayan hukukçular, otoritenin farklı yüzlerini temsil ediyor.
Bu durumu daha net anladığım bir diğer nokta, hukuk fakültelerinin özgürlük değil, itaat öğrettiğiydi. Eğitim sisteminin bu kişilerde bağımsız düşünceyi yok ettiğini ve devletin çıkarlarını savunmayı bir erdem haline getirdiğini bizzat gördüm. Özgürlük gibi kavramlar, bu zihinlerde üzerinde oynanabilecek bir araçtan öteye gitmiyor. Adalet ise, yalnızca otoritenin menfaatlerini koruma işlevi görüyor.
Ludwig von Mises’in dediği gibi, "Devlet, tarih boyunca başlıca kötülük ve felaket kaynağı olmuştur." Ancak hukukçular, bu kötülüğün meşrulaştırıcılarıdır. Kendi zihinlerini kullanmayı reddettikleri gibi, başkalarının da düşünmesini engellemeye çalışıyorlar. Onlarla tartıştığınızda, sistemin onlara ezberlettiği argümanları mekanik bir şekilde tekrar etmelerinden başka bir şeyle karşılaşmıyorsunuz.
Ancak burada bir açıklama yapmak istiyorum: Bu metinde eleştirilen hukukçular, doğal hukuku savunan, bu alanda çalışan ya da insanlara özgürlük ve haklar konusunda katkı sağlayan bireyler değildir. Eleştirilerim, günümüzde hukuk fakültelerinde yetişen ve mahkemelerde ya da medyada kendini hukukçu olarak tanımlayan %99.99’luk kesime yöneliktir. Yani, bu sistemin körü körüne savunucularına.